19-Nisan-2024 07:49:14

Cankoç Medya Kuruluşudur.

$
Gerede Panayırı

Gerede Panayırı

Gerede’mizin panayırları ülkemizde kurulan ekonomik yönden büyük panayırlar arasında yer alır. Şehrimizde 15 gün ara ile iki defa kurulan panayırlarımızın bu sene ilki 20-21-22 Eylül’de yapılacak, ikinci panayır ise 4-5-6 Ekim tarihlerinde devam edecek.

Eski günlerde, yani vasıtanın olmadığı zamanlarda panayırımıza köylü vatandaşlarımız at ve öküz arabaları ile at, eşek ve katır sırtlarında gelirler, panayırdan önce şehrimizde bulunan hanlarda konaklarlardı. Panayır gecesi, Gerede çarşısında kalabalıktan tabir yerindeyse ‘omuz omuzu sökmez, iğne atsan yere düşmezdi.’

Gerede Panayırına gelen ziyaretçiler, şehrimizden evlerine dönerken panayırdan hediye olarak şak şak helvası, tahin helvası, köfter, kızarmış kaz ve bakır eşyası götürürler.

Panayırımızda küçük çocuklar için de lünapark ve her türlü eğlence mevcut olduğundan çocuklar panayırdan çok mutlu ayrılırlar. Eskiden panayıra girişte kavak ve söğüt ağaçlarının dibine bir sene boyunca panayırda satmak için ördükleri yün çorap, yün eldiven ve çetik pazarlayan köylü kadınlarımız otururdu. Son senelerde bu durum yok oldu. Panayırımızda hayvan pazarı da alış-veriş yönünden çok hareketli geçerdi.

Rahmetli Tevfik dedemin Çamlıdere’den Hayri Ağa isimli bir ahbabı vardı. Hayri Ağa, her sene panayırdan birkaç gün önce gelir, panayırdan alacağı malların parasını dükkanımızda bizim kasaya emanet bırakırdı. Hayri Ağa, her panayırda 2-3 kamyon katır alır, bunları Zonguldak Kömür Ocakları’na satardı. Bu katırlar, kömür ocaklarında tabandan yukarıya kömür taşırlardı.

Türkiye’mizin dört bir yanından panayırımıza satıcılar gelir. Halkımız, panayırdan mevsiminden sonra yenmek üzere kavun, kışlık ihtiyaçları için çuvalla patates, kuru soğan, pirinç, bulgur, kırmızı ve yeşil mercimek, nohut ve kuru fasulye gibi kuru bakliyatlar alırlar. Her gün insanların mali durumu aynı olmaz. Bir gün paralıdır, öbür gün ise cebinde parası kalmaz. Panayıra gelir, kendisi ve eşi için bir şeyler almasına da cebi müsaade etmez. Fakat çocukları için her imkanı araştırıp o minik yavrulara panayırdan güzel giyecekler alınır. Panayırdan alınan yeni giysilerine sevinen küçük çocukların o giysileri evde giydiklerinde yüzlerinde güller açar. Bu durumda anne ve babaları çok mutlu eder.

Eski panayırımızda bir tarafta şekerci tezgahlarında panayıra özel olarak yapılmış parmak şekerleri, sepet şekerleri ve vitrinlerinde şehrimize has lezzeti ile tahin helvaları, Gerede Panayırımızın olmazsa olmazı şak şak helvası bulunur. Eskiden imalathanelerimizde yapılan cevizli helvaya katılan şekerin 1/4’ü veya 1/5’i oranında yani 8 ile 10 kg. arasında ceviz içi katılırdı. Yalnız günümüzdeki gibi ceviz içleri çiğ olarak katılmazdı, ayıklanan ceviz içi saçtan yapılmış büyük tepsilerin içersine serilir ve şehrimizdeki ekmek fırınlarından akşama yakın son ekmekler çekildikten sonra sıcak fırına tepsi ile sürülürdü. Aynı ceviz içi ikinci bir defa daha kavrulmak üzere fırına bırakılırdı. O şekilde imal edilmiş cevizli helvanın yenmesine de doyum olmazdı ve adı da ‘çifte kavrulmuş şak şak helvası’ olarak çevremize nam salardı. Panayırımızda şekerci dükkanları ile birlikte bir tarafta demirciler, bir tarafta semerciler, diğer tarafta kış ayları için teneke ve saçtan yapılmış, çeşit çeşit sobalar satan sobacılar, bakır ibrik ve güğüm satan bakırcılar, hayvan koşum takımı yapıp satan saraçlarımız ve diğer meslek sahipleri bulunurdu.

Zamanla çoğu el sanatlarımızda olduğu gibi bu meslek ustalarının vefat etmesi ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte bu değerli meslekler de maalesef kaybolmaya yüz tuttu. Bazıları da kaybolup gitti.

Eski panayırlarımızla ilgili çocukluk günlerimde hatırımda kalan hikayeleri de anlatmak istiyorum sizlere;

Gerede Panayırımızın devam ettiği günlerde Çamlıdere tarafından birisi Gerede’ye gelir ve o günün akşamı da köyüne geri döner. Köy odasında köylüleri kendisine şöyle sormaya başlarlar:

-Gerede’ye vadın mı?

-Vadım.

-Panayıra vadın mı?

-Vadım.

-Şak Şak helvası aldın mı?

-Almadım.

-Öyleyse Gerede’ye ha vamıssıng, ha vamamıssıng.

Eski günlerde panayırın 3. günü kadınlara ait olup, adına da ‘Kadınlar Panayırı’ denirdi. Bazen kadınlar panayırı şimdi kurulan panayır yerinde, bazen de şimdiki Can Taksi’nin önündeki boşluk alana kurulurdu. Kadınlar Panayırı, o zaman ki çocukluk günlerimizde bizlerin iple çektiği günlerdi. Kadınlar Panayırı’ndan bir gün önce çarşıdan aldığımız bir kutu çatal iğne ile başlardı bizim maceramız. Kadınlar, bazen giyecek satan tezgahların başında saatlerce mal beğenme telaşı içersinde oldukları dalgın bir zamanlarda biz çocukların görevleri başlardı. İki dalgın kadının örtmelerini çatal iğne ile birbirlerine iğnelerdik ve hemen oradan kaçar bir kenardan az sonra olacakları gözetlemeye başlardık. Tezgah başında işlerini bitiren kadınlar gidecekleri istikamete doğru yönelmeye başlarlar fakat gidebilmeleri ne mümkün! Birisi doğuya çeker, birisi batıya birbirlerini çekiştirip dururlar. Biz de bu duruma saklandığımız yerden kıs kıs gülerdik.

Arasına çocukluk anılarını da katmış olduğum panayırlarımızla ilgili yazımızla sizinle birlikte geçmiş günlerimize doğru güzel bir gezinti yaptık. Sizlerin sayesinde anmış olduk eski panayırlarımızı, sizlerin sayesinde andık maziyi…

Yüzbaşı Şerafettin Bey ve 3 kılıç

1889 yılında İstanbul’da doğan Yüzbaşı Şerafettin, 1906′da Harp Okuluna girmiş, 1909′da subay olarak mezun olmuştur.

Şerafettin Bey, 1913′de Üsteğmen, 1917′de Yüzbaşı olmuş, 1922′de İzmir’in kurtarılışından sonra Binbaşılığa getirilmiştir. Kurtuluş savaşından önce, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarına katılmıştır. Adını ise Sabuncubeli muharebelerinde bu muharebe sonrasında gerçekleştirilen Bornova’nın ve İzmir’in kurtarılışında duyurdu.

7 Ocak 1922′de Ankara’ya gelen ve Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti elçisinin getirdiği hediyeler içerisinde üç adet kılıç bulunmaktadır. Bu kılıçlardan biri Mustafa Kemal’e, diğeri Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa’ya, diğeri ise “İzmir Fatihi” dedikleri İzmir’e ilk girecek subaya verilmek üzere getirilmişti. Bu kılıçlar Batı Cephesi Komutanlığı emrine alınmıştı.

Başkomutan, Meclis kürsüsünden bunu usluna duyurdu. Bu sırada Beyrut Eşrafından Misbah Efendi de, aynı amaçla 500 altın lira ödül koydu. İzmir’in işgalinden sonra, yüreklerde oluşan İzmir özlemi ve kenti kurtarma arzusu, toplumsal bir milli heyecana dönüştü. Ordudaki subay ve erler arasında büyük bir heyecan seli yarattı. İzmir’e ulaşma düşü, yüreklerde kabarmış alevden bir topa dönüştü. 30 Ağustos günü düşmanın ana unsurlarının yok edilmesinin ardından Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir.” Tarihi emrini alan ordu, İzmir’e akarken, İkinci Süvari Tümen Komutanı Yarbay Zeki Soy demir, öncü olarak Birinci Süvari Alayını görevlendirdi. Öncülerin öncüsü olma görevi de İkinci Süvari tümeninin 4. Alayında Bölük Komutanı olan Yüzbaşı Şerafettin’e verildi.

Yüzbaşı Şerafettin’in özel arşivinde, bu anı şöyle geçmektedir: “Anlatılmaz bir hızla mesafeleri aşıyor, İzmir’e doğru uçuyorduk. Kaçan düşman, köyleri kasabaları yakıyor, intikamını sivil halktan alıyordu. Adım başı rastladığımız yürekler acısı manzara, hızımızı büsbütün arttırıyordu.”

9 Eylül sabahı 09.00’da Bornova’ya giren genç Yüzbaşı, Halkapınar’a doğru yürüdü. Bir anda müfreze bir fabrikadan ateş yağmuruna tutuldu. Burada Şehit verilen 4 erin başları İzmir’e dönük vaziyette şahadete erdikleri söylenir. (Halkapınar Şehitliği. Ruhları Şad olsun.)

Müfreze yürüyüşüne devam etti. Yönünü Al sancak yönüne çevirdi, 80 kişilik kuvvetle şehre akmaya başladı.

Müfrezesinin başında kente saat 10.30′da giren Yüzbaşı Şerafettin, Kordon’a kurşun ve şarapnel yağmuru altında 40 askerini kaybederek ulaştı. Süvariler, dörtnala kordon boyundan Pasaport iskelesine geldiklerinde, bir Rum’un attığı bomba, Yüzbaşı Şerafettin’in atının önünde patladı. Omzuna ve koluna şarapnel parçaları isabet eden yüzbaşı, parçalanan atını değiştirerek, yoluna devam etti. Hükümet Konağı’nın önündeyse makineli tüfek ateşiyle karşılaşan Yüzbaşı Şerafettin’i göğsüne isabet eden mermiler de durduramadı. Atından inen Şerafettin Bey, bir gencin uzattığı Türk Bayrağını alıp, görevi tamamladı.

15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaliyle başlanılan nokta, 3 yıl 3 ay, 24 gün sonra 9 Eylül 1922’de kurtuluşuna mekan oldu. Balkona çıktığında göğsündeki kanın bulaştığı bayrağı gözyaşları içinde göndere çeken Yüzbaşı Şerafettin o dakikaları, “Yaraları kim düşünür, ölsem ne gam. İzmir’i kurtarmıştık ya. Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk ya.”diye anlatacaktı.

Bel Kahve’den tarihi günü izleyen Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Fevzi ve İsmet Paşalarla, 10 Eylül sabahı İzmir’e gelişi muhteşem oldu. Kent adeta ayağa kalktı. İzmir’e gelişinden iki gün sonra Başkomutan, Şerafettin Yüzbaşı’ya “İzmir” soyadını verdi. Genç subay, soyadı kanununun çıkmasından sonra İzmir’i kullandı. Büyük Kurtarıcı, Kılıcı da 15 Eylül’de Yüzbaşı Şerafettin’e verdi.

Mazideki Gerede (Baraka dükkanlar)

Nusret Gönülal’ın fotoğrafçı dükkanının karşısında, Dayıoğlu Deresi’nin üzerinde Belediye’nin yaptırdığı küçük baraka dükkanlar vardı. Buradaki meslek sahiplerinin çoğu ayakkabı tamircisiydi. Bu baraka dükkanların kuzeye düşen en son dükkanda Ramazan aylarında Arnavut Celal Usta, (Celal Zona) tel kadayıfı çekerdi. Demirden yapılmış büyük bir saç ayağının üzerine sini (büyük tepsi) konur, altına ateş yakılır ve hazırlanan kadayıf hamuru silindir biçimindeki tenekeden yapılmış kap içine konurdu. Bu kabın ön tarafı cıvık şekildeki hamurun sininin üzerine akması için delikliydi. Arnavut Celal Usta, sininin dışından başlayarak içeriye doğru daire çizerek, ince bir şekilde kadayıfını dökerdi. Arnavut Usta’nın da tel kadayıfı ince ince gelin teli gibi olurdu.

Gerede’mizde ilk hastane o dönemin Belediye Başkanı Rahmetli Hacı Baki Çevikoğlu’nun üstün gayretleriyle yapılmıştır. Eski dükkanımızın bahçesinin doğu tarafında rahmetli İbrahim Örs’ün nalbant dükkanı vardı. Ulaşım ve ziraatta kullanılan öküz ve beygirlerin eskiyen veya düşen nallarının yerine nal çakıp hayvanları nallardı.

Kiliseli Han’ın kapısının önüne Cumartesi günleri yaptıkları hayvan nalı ve mıhını satan Eskiçağlı nalmıhçılar, imal ettikleri nal ve mıhı satarlardı. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte ne yazık ki nalbantlık mesleğimiz de mazide kaldı.

NOT: 18 Nisan 2012 tarihli yazımda Klarnet Sanatçımız olarak Sehven Muharrem Tümtürk ismi yazılmıştır. Doğrusu, Mehmet Tümtürk (Göden Mehmet) olacaktır.

Cevap bırakın